25 mart salı
Arkadaşlar, Organik Fuar'dayken sergilediğimiz geleneksel tohumlara karşı yoğun ilgiden hareketle bir balkon bahçeleri projesini ilk düşündüğümüz sırada, "Şehirde Tarım" konulu olan değerli Buğday Dergisi'nin Ekim-Kasım-Aralık 2007 no. 44 sayısı elimize geçti. İlk fırsatta bakaçağımızı söyledik ama, hayatın çılgın temposuna kurban olarak bir istif altında kalmış...ta ki aşağıdaki kompost konulu açıklamamızın, blogumuzda yayınlanmasından sonraki (bu) sabah.
Bana belli bir bekleme süresi gerektiren bir iş çıkmıştı, fırsat bu fırsat dedım, yanıma aldım ve gözlerim, Buğday arkadaşlarımızın kompost ve balkon bahçeleri bölümlerini gördüğümde şaşırma duygusunu tahmin edebilirsiniz. Özellikli kompost kısmı...yeşil/kahverengi materyel, hele "Neden kompost?" sorusundan sonra nokta-nokta sıralanan maddelere kadar benzerlikleri varmış!
Ancak, çoğu ingilice siteler ve kitapların yoğun bir taraması sonucu olan yazımızı, benzerlikler olduğu sebebiyle bile değiştirmeyi kıyamıyorum! Önemli olan burada iki nokta var sanırım, biri bu bilgilerin çoğu esas olarak aynı olması birbirimizi hoş bir şekilde doğruluyor gibi; ve iki, demek ki hobist bahçevanlık kaynaklarında bu kompost meselesi üzerinde artık yaygın bir hemfikirlik olduğu.. Kıssadan hisse, hem Buğday Dergisi'nin açıklaması (ki umarım bu olayın vesilesiyle daha fazla okurun, Buğday dergisi ve çok nitelikli ve vizyon sahibi Buğday derneğinin çalışmalarıyla tanışmış olacağını) hem bizim yazımıza bakılmasını tavsiye ederiz, birbirine çok benzer noktaların olmasıyla birlikte yer yer ayrıntı farklılığı veya ek bilgiler var..
Mutlu ve "besleyici" okumalar diliyoruz.



24 mart





Merhaba Balkon Bahçevanları,

Kompost açıklamasını heyecanla sunuyoruz. Sorularınızı, izlenimlerinizi bekliyoruz. Önümüzdeki günlerde genel bitki yetiştirciliği ve balkonlarımızda yetiştirilebilir bazı bitki türleri hakkında daha ayrıntılı bilgiler vereceğiz. Ve tabi ki atadan kalma köy tohumlarımızı temin etme usüllerini...
Mutlu bitkili yaşam dilekleriyle.

Niçin kompost?
Öncelikle balkon bahçelerimiz için temel unsurlar olan toprak, gübre, su ve güneşdir. Şehir yerinde temin edilmede özellikle toprak ve gübre zorluk çıkarabilir. Ancak kompost ile her iki ihtiyaç bir oranla karşılanabilir. Plastik torbalar içinden aldığımız toprağa kattığımızda ve doğru şekilde yapıldığı takdirde kompost, toprağın kalitesini arttırır. Bitkilere de orantılı ve nitelikli bir besinim olur. Ancak “doğru yapıldığında” lafı korkutmasın, kompostun yapılışı kolay ve heyecan bile yaşatabilir. Dikkat edilecek noktalar bir elde sayılabilir.

Başta kompostun faydalarını sayalım:
--Masrafsız
--Doğadaki toprak oluşması sürecinin küçük bir kopyasıdır. Kendi evinizde toprak üretiyorsunuz.
--Bitkiye temel besinim maddeleri olan azot, fosfat ve potasyum içerir.
--Su tutar, toprakta istenilen nem oranını korur
--Böcek ve hastalık vakaları daha az olur
--Toprağı havalandırır
--Köklerin sağlıklı olmasına yardımcı olur.
--Bitki yetiştiriciliği için dost mikroorganizmalara ideal bir yaşam ortamı oluşur ve dost mikroorganizmalar, dost olmayan cinsleri kovar.
--Toprağın dokusunu, yapısını en iyi biçime getirir.
--Kompostun üretiminde nem oranı kontrol edilince koku yapmaz.

Nedir kompost?
Kompost, esasen “yeşil” ve “kahve rengi” olmak üzere iki ana materyelin karışımının doğal çözülüşü, yani havayla temas olan (aerobik, dolayısıyla kokusuz) ayrışım sürecinin sonucunda elde edilen, zengin bir bitki yetiştirme medyumu (humus) olarak tarif edilir.

Kahverengi materyal kuruyana kadar bekletilmiş ağaç, çalı, çim, özetle her tür otlar ve türevlerinden materyeldir. Çok değerli ve bulunması kolay olan kuru yapraklardan sonra kahverengi kategorisine eşit derece değerli olan saman, sonra temiz (kimyasala bulaşmamış) tahtadan talaş, hatta miktarı az tutulduğu ve parlak renkli kısımları olmamak şartıyla gazete kağıdı veya karton da eklenebilir. Söz konusu materyelin şehir ortamında toplanmasının güç olduğu düşünülebilir ama en yakın parka bir ziyaretle veya şehir dışında bir yolculuk sırasında gereken materyel kısa zamanda toplanabilir (meşe ve ceviz ağaç yapraklarından kaçınılması gerekiyor). Halk pazarlarında yumurta v.b. satıcılarından bir miktar saman alınabilir.
Kahverengi malzeme zaman içinde parça parça kullanılacağı için ender toplama fırsatlarını değerlendirip fazlasıyla toplatılması iyi bir fikir; hava alabilecek şekilde saklanmalı.

Yeşil materyeli, henüz kurumamış, organik (sebze-meyve) mutfak atıklarıdır. Bu kategori için abartılı titizlik göstermek gerekmezken makarna, pilav, yağlar, ekmek, et-balık-tavuk v.s., gibi atıklar değil de her nevi çiğ bitki atıkları, yumurta kabukları ve fazlalıktan kaçınarak çay posası da kullanılabilir. Kuş kafeslerinden çıkan malzeme iyidir. Hayvan (at-inek-koyun-keçi-tavuk) gübresi bulunursa yeşil olarak sayılır, ancak ham değil dışarıda iyice bekletilmiş olmalı.

Kahverengi ve yeşil materyalimizin ince kıyılmasının öneminin vurgulanması gerekiyor. İnce kıyılmış olan kompost materyeli bir o kadar dengeli—ve özellikle, hızlı—bir çözülüş sürecine geçiyor. Gerçi kalın bırakılan parçalar daha yavaş çözüldüğü için kalın kalıp her zaman kurulacak bir daha ki kompost üretimi için çıkartılabilir, zararı olmaz.

Kompostseverlere ek bilgi notu: Kahverengi materyeli, karbonlarla zengin olup kompostu canlandıran, kompostun ruhu (daha doğrusu çözme işinin asıl işçileri) olan mikroorganizmaları besliyor. Yeşil materyel ise azot veya protein kaynağı olarak işlev görür.

Kompost nasıl yapılır?
Önce bir kap seçilir, ki burada önemli olan büyüklük. Dengeli bir çözülüş sürecini sağlanması için kap, ideal olarak en azından 10 litre büyüklüğünde olmalı, ancak 5 litrelik kadar küçüklükte de olabilir. Büyük olanında karışımın çeşidi açısından daha uyumlu bir ortam sağlanır. Kap herhangi bir malzemeden olabilir. Plastik, veya daha estetik olarak toprak veya tahta; içine büyük bir çöp veya moloz torbası yerleştirildikten sonra sağlam bir hamallık sepeti de olabilir. Kap ne cinsten olursa olsun kapağı ve dibi, içine havanın rahatça geçebileceği şekilde delikli olmalı. Konumu olarak, serin havada güneşte, sıcak havalarda sabah ve akşam güneşi göreceği biçimde gölgeli bir yere konulur.

Kahverengi materyelimizi ve kabımızı elde ettikten sonra bol sebze ve meyve tüketimimizi teşvik edecek kompostumuzu kurabiliriz. Yerlere olası damlamasından korunması için uygun bir alt üzerine konulan kap içine doğramış materyelimiz konulup karıştırılır. Hacim olarak en azından yarı yarıya kadar yeşil ve kahverengi malzeme kullanılır, ancak kahverengi malzemenin yeşiline göre fazla olmasıda fayda var. (Bitki türleri konusundaki bilgilerde bu konuda daha fazla ayrıntı bulunabilir.) Az miktarda temiz (durulanmış) kumun eklenmesiyle daha nitelikli bir kompost elde edilir; az miktarda toprak da eklenebilir.

Birkaç hafta içinde humusun oluşması sürece kompostumuzu ıslak değil hafiften nemli olmasını sağlayacak kadar su (veya daha iyisi, içinde sebze/makarna kaynattığımız su) serperek birkaç günde/haftada bir kompostumuzu karıştıralım. Fazla su, istemeyen bir kimyasal süreci olan anaerobik (havasız) çürümeye yol açar, koku yapar. Solucan şayet bulunursa kompostumuza çok fayda getirir: oksijenleştirir, karıştırır ve kendi çok yararlı gübresini bırakır. Zengin ülkelerde bu kullanım için bir solucan piyasası bile oluşmuştur.

Doğru bir çözülüş süreci belli bir sıcaklık yaratır; arada sırada sıcaklığını elimizle (isterseniz plastik bir eldivenle) kontrol edelim, içeriğinin biraz sıcak olması idealdir (40-55C). Güneş-gölge olarak kompost kabının konumlandırılması ve nem oranını kontrol altında tutarak sıcaklığın fazlasına kaçırılmasını önleyebiliriz. Küçük kaplarda kompostun, istenilen sıcaklığa varılma olasılığı düşük; yine de kompost humusa dönüşür fakat daha yavaş bir tempoyla.

Kompostumuz birkaç hafta için hepsi değilse bir kısmı koyu rengi, dokusu zengin ve gevrek olan humusumuz olacak. Çözülüş sürecinin tamamlanmamış parçacıklar çıkartılıp daha sonraki bir kompost yapılışı için ayrılabilir.

Tohumlarımızın ekim zamanı geldiğinde torbadan veya başka yerden aldığımız toprağı kabına dökmeden önce dibinde birkaç parmak kadar bir katman humus yerleştirelim. Sonra az humus, toprak ile karıştırıp ağızına birkaç sentim kala dolduralım. En üst düzeyde de yine humusu serpelim. Yetiştirme sezonu boyunca her 2-3 haftada bir, bir avuç humusu ekleyerek veya “kompost çayı” denilen kompostun 2-3 gün içinde bekletilmiş suyuyla sulanarak bitkilerimizin gelişme merhalelerini takip edelim.



Orijinal Ingilizce için http://www.grain.org/nfg/?id=543

Çevirmen: Halit Elçi

KİMİN ÜRÜNÜ? ORGANİK TOHUM SERTİFİKASYONU POLİTİKASI

GRAIN

Organik tarımın gerisinde, çevre ve sağlığın merkezi önemde olması ve çiftçilerin emeklerinin karşılığını alabilmeleri görüşü yatar. Fakat organik tarım aynı zamanda -sertifikasyon gibi- pazarlama araçlarıyla ciddi bir ticari iş alanı haline geliyor ve giderek daha fazla alana yayılıp etkisini arttırıyor. Dünya çapında 30 milyon hektarın üzerindeki sertifikalı organik tarım arazisi, şimdiden küresel pazar için 30 milyar avro değerinde ürün üretiyor. Bu piyasa, klasik gıda ürünleri küresel piyasasından çok daha hızlı büyüyor. Sertifikalı organik gıdaların ana pazarı hala çok büyük ölçüde Kuzeydir; ancak ihracata yönelik organik üretim Güneyde sürekli biçimde artış gösteriyor. Aynı zamanda Güneyde, sıradan çiftçilere yönelik yerel organik gıda ve çiftçilik sistemleri geliştirmek için yeni stratejiler oluşturuluyor; ki bunların çoğu sertifikasyona ticari yaklaşımı reddediyor.

Sertifikalı organik ürünler nelerdir?

Sertifikalı organik ürünler, ayrıntılı ve hassas teknik standartlara uygun olarak üretilmiş, depolanmış, işlenmiş, paketlenmiş, pazara sürülmüş ve bir sertifikasyon yetkili kurumu tarafından “organik” olarak belgelendirilmiş ürünlerdir. Bir ürün ancak bir sertifikasyon kurumunca organik standartlara uygunluğu onaylanınca, o şekilde etiketlenebilir.

Gıda ticaretine ve perakende piyasalarına hakim olan çok-uluslu büyük şirketler, son onyıl boyunca büyümesini sürdüren organik gıda ürünleri piyasalarına bakışlarını değiştirdiler. Onlar artık bu piyasaları ortadan kaldırılması gereken tehlikeler değil, fethedilmesi gereken büyüyen pazarlar olarak görüyorlar. Tohum şirketleri bile konuya yaklaşımlarını değiştirmeye başladı. Son yıllarda tohum sanayisinden koro halinde yükselen sesler şöyle özetlenebilecek bir pazarlık önerisinde bulunuyor: “Eğer siz organik çiftçilerin bizim tohumlarımızı kullanmasını zorunlu kılarak bize bir pazar garantisi verirseniz, size organik tohumlar sağlarız.” Bu, potansiyel olarak tehlikeli sonuçlar yaratabilecek, ama organik hareketi içinde kimilerini sağlayacağı yararlarla ikna edebilecek tartışmalı bir öneridir. Sayıları giderek artan birçok hükümet de tohum sanayisinin önerisini destekliyor. Öte yandan başka hükümetler ise bu pazarlığı, organik tarımı şirketlerin kontrolü altına sokacak ve küçük çiftçilerin ve tüketicilerin çoğunluğunun çıkarlarına aykırı düşürecek bir tuzak olarak değerlendiriyor.

2003 yılında, organik tohumlar üzerine bir konferansa Organik Tarım Hareketleri Uluslararası Federasyonu (IFOAM) ve Uluslararası Tohum Federasyonu (ISF) tarafından ortak olarak ev sahipliği yapılacağı haberleri gelince, organik tarım hareketi ile uluslararası tohum sanayisi arasındaki yakınlaşma birdenbire iyice görünür hale geldi. Dünya çapında organik hareketinin şemsiye örgütü ile gen [teknolojisi] devlerinin merkezi lobicilik ajansı arasında nasıl bir ortak zemin olabileceğini anlamak zordu. Fakat konferansın amacının tanımlanışı, konuyu çok açık hale getiriyordu: “Sertifikalı organik tarımda organik olarak üretilmiş tohum kullanımının zorunlu tutulmasına ilişkin hem Avrupa’da hem de ABD’de kabul edilen son düzenlemeler, yerel çeşitlerin (variety) tohumlarını ertesi yıllara saklayan ve değiş-tokuş eden küçük çiftçiler ile süpermarket kanallarının taleplerine uyumlu modern çeşitlerin tohumlarını satın alan ticari çiftçiler için farklı anlamlar ifade ediyor. Bu yeni durum, organik tarımın gelişmesini kolaylaştırmak için daha iyi bir kavrayışı ve daha fazla işbirliğini gerekli kılıyor.” Toplantı, açıkça yeni kurallara uygun tohumların nasıl üretileceği konusunu tartışmaya yönelikti; bu kuralların organik tarımın yararına olup olmadığı sorunu ise neredeyse hiç gündeme getirilmedi.

Bu konferans raporunun ekindeki tablo, yasal düzenlemelerin tohum şirketleri ile tüm dünyadaki organik çiftçileri nasıl bir evliliğe zorladığını net biçimde ortaya koyuyor. Basitçe bu gelişmenin çeşitli yerel tohumları kullanan küçük çiftçiler ile organik monokültürler yetiştiren büyük çiftçiler için “farklı anlamlar”a sahip olacağını söylemek, sorunu olağanüstü hafife almak demektir. Sertifikalı organik tohumlar için yapılan bu zorlama, çiftçi temelli tohum sistemlerinin organik pazarlara erişimini kolayca önleyebilir ve organik çiftçilik için gereken tohum arzını, organik tohumları yeni bir “yüksek değerli” pazar fırsatı olarak gören geleneksel ve transgenik tohum işinden [ticaretinden] gelen bir avuç büyük şirketin ellerine bırakabilir. Tohum fiyatlarının yükseleceği kesindir; tıpkı genetik çeşitliliğin daralmasının kesin olduğu gibi. Çünkü bu tohum şirketleri çabalarını hibritlerin ve diğer tek-tip çeşitlerin geliştirilmesi üzerinde yoğunlaştırıyor. Herşeyin ötesinde bu, organik tarımı sanayileşmiş ihracat yönelimli çiftçilik yoluna daha da fazla sokacaktır; küçük ölçekli çiftçilerin katılımını ise zorlaştıracaktır.

Şirketler tarafından tezgahlanan bu tür tohum sertifikasyon oyunlarına kanmak yerine, organik tarım hareketi, çiftçilerin elindeki yerel olarak geliştirilmiş ve biyo-çeşitli tohumların kullanımını ön-alıcı biçimde teşvik etmelidir. Dünyadaki organik gıdanın çoğunluğu küçük ölçekli çiftçiler tarafından üretiliyor ve gıda ürünlerinin çoğunluğu organik olarak belgelendirilmiş (sertifikalı) değildir. Milyonlarca çiftçi, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) tanımlamasıyla “sertifikalı olmayan organik tarım”ı uyguluyor; bu tarz tarım, yerel tohum geliştirme ve değiş-tokuş sistemleri yoluyla sürdürülen muazzam tohum çeşitliliği zenginliğine, geleneksel bilgiye ve kırsal toplulukların etkin katılımına dayanıyor. Bu sistemler yalnızca bir milyarın üzerinde insanın gıdasının çoğunluğunu üretmiyor; onlar aynı zamanda çoğu kez daha verimli ve sürdürülebilir sistemlerdir.

Bu yazıda, organik tohumla ilgili yasal mevzuatta ne gibi değişiklikler olduğuna, mevzuatın şimdiden organik tarımcılığı nasıl etkilediğine ve zarar gören çiftçiler ve örgütlerin bazılarının konu hakkında neler söylediğine bakacağız.

Yasaların uzun kolu

Avrupa, sertifikalı organik tohumda uyulması zorunlu koşullar konusunda diğer herkesten öndedir. Organik gıdanın en büyük ithalatçısı olarak Avrupa, diğer birçokları için standartlar oluşturuyor. Avrupa Birliği’nin organik üretime ilişkin 1991’deki ilk Konsey Yönetmeliği, 2001 itibariyle organik üretimde organik tohumların kullanımını zorunlu kıldı. Bunu izleyen 1999 tarihli bir Konsey Yönetmeliği, zorunluluğu uygulama tarihini 2004’e erteledi; fakat aynı zamanda organik tohumlar üzerindeki benzer hükümler hem Uluslararası Gıda Standartları Komisyonu hem de IFOAM’ın organik standartlarıyla bütünleştirildi. Bu ise, organik üretimde organik tohum kullanımı koşulunun pratikte tüm ulusal, bölgesel ve özel sertifikasyon standartlarında yaygın olarak yer almasını sağladı.

Genel olarak bu çeşitli standartlarda organik tohumlara ilişkin ifadeler oldukça benzerdir. Bunların tümü sertifikalı organik tohumları zorunlu tutar; ancak çoğu, -çiftçilerin bu tür organik tohumlara ulaşılamadığını gösterebildikleri durumlar için- istisna olarak adlandırılan muafiyetler tanır. Tipik olarak mevzuat, “ulaşılabilir” olmayı neyin oluşturduğu konusunda pek az kesinlik sağlar ve yasal düzenlemeleri denetleyen sertifikasyon kurumlarına çok fazla takdir yetkisi verir. Fakat tohum sanayisinin ağır lobi faaliyetinin sonucu olarak bu muafiyetler daraltılmaya başlıyor; ve Avrupa bir kez daha öncülüğü elinde tutuyor.

2003 yılında, organik tohumlar üzerindeki muafiyetin süresini uzatan bir başka yönetmelik yoluyla, Avrupa Komisyonu, tüm üye ülkelere, ticari olarak ulaşılabilir organik tohumların tescili için bilgisayara dayalı veritabanları kurulması zorunluluğunu getirdi. Bu veritabanları, çiftçiler bir istisna yapılmasını istedikleri zaman referans olarak hizmet verecek. Bugün organik sertifikalı üretimde sertifikasız bir çeşidi kullanmaya izin verilebilmesi için, çiftçinin ekmek istediğine benzer herhangi bir çeşide veritabanında ulaşılamadığını göstermesi zorunludur. Ayrıca, eğer bir AB hükümeti, veritabanındaki belirli türlere ait tohum çeşitlerinin ve miktarlarının ülkesinde organik tarımcılığı beslemeye yeterli olduğuna karar verirse, o hükümet bu türler için tüm istisnaları kaldırabilir ve organik tarımcıların yalnızca veritabanında listelenen çeşitleri kullanmasını zorunlu kılabilir. Örneğin Hollanda 2004’te buğday, yulaf, arpa, çavdar ve patates için istisnaları kaldırdı. 2005’te Belçika 9 sebze türü için istisnaları kaldırdı. Fransa’da Tarım Bakanlığı 8 tarımsal ürün ve 10 sebze için özel bir izleme sistemi kurdu; bunun için veritabanına başvuran organik çiftçiler, eğer bir başka çeşidi kullanırlarsa “özel olarak kontrol edilebilecekleri” yönünde uyarılıyorlar. 2007’nin başlarında Fransız hükümeti mısıra ilişkin tüm istisnaları kaldırdı. Uygulamaya ilişkin kurallar yıldan yıla daha da sıkılaştırıldı ve öyle görünüyor ki AB’deki organik tarımcılar çok kısa süre sonra yalnızca tohum şirketlerinin sunduğu sınırlı sayıdaki organik çeşitler arasından seçim yapabilecek.

ABD’deki yasal durum Avrupa’daki kadar mesafe almış değildir. Bazı kaynaklara göre, şu anda ABD’deki organik tarım arazisinin yalnızca yüzde 8’inde sertifikalı organik tohum ekilidir ve bu konudaki ulusal mevzuat hala oluşum halindedir. Ancak Avrupa’yla aynı yönde değişiklikler hızla gerçekleşiyor; bu konuda organik tohum sertifika vericileri (certifier) ve çok-uluslu tohum sanayisi başı çekiyor. ABD’deki büyük bir organik sertifika verici olan Kaliforniya Sertifikalı Organik Tarımcılar (CCOF) diyor ki, “ABD Tarım Bakanlığı’nın Ulusal Organik Programı’na göre, organik tarımcılar -ulaşılabilir olduğu her zaman- organik tohumlar ve organik ekim malzemesi kullanmalıdır” ve denetleyicileri geldiğinde hazır olmalıdırlar: “Eğer organik olmayan tohum kullanıyorsanız, organik tohum araştırmanıza dair bir günlük tutun. Tohum tedarikçilerine ilettiğiniz talepleri kaydedin (tarih, tedarikçi, sonuç) ve tohum kataloglarında veya web sitelerinde yaptığınız aramaları kaydedin.”

Hangi ürünlere ABD organik tarımında izin verileceğine karar veren örgüt olan Organik Materyal İnceleme Enstitüsü (OMRI), tohum şirketlerinin elinde -satış için- bulunan sertifikalı organik çeşitleri listeleyen merkezi bir veritabanı geliştirdi. Eğer Avrupa’daki deneyim bizim için bir şey ifade ediyorsa… bu veritabanındaki çeşitlerin kullanımı çok fazla sürmeden organik çiftçiler için zorunlu hale getirilecektir.

Dünyanın geri kalanı için standartlar belirlemek

Organik ürün ithali için en büyük pazarları oluşturan AB ve ABD, sınırlarının ötesindeki sertifikasyon standartlarının oluşturulması konusunda çok büyük ölçüde baskı uyguluyorlar. Pek çok sertifikalı organik ürün Güneyden Kuzeye yolculuk ediyor ve bu nedenle onların bu büyük piyasalarda geçerli olan standartlara uyması gerekiyor. Genel olarak üretim standartları, ithalci ülkeler tarafından onaylanan özel üçüncü-taraf sertifika vericilerce uygulanıyor ve giderek artan bir sıklıkla, hükümetler ve hatta büyük perakendeciler kendi görevlilerini önceden bildirilmeyen ani ziyaretler için Güneydeki organik çiftliklere gönderiyor. Tohumların AB’nin organik standartlarında en önemli yeri işgal etmesi nedeniyle, tohum konusu kaçınılmaz olarak Güneyde faaliyet gösteren temel sertifikasyon kurumlarının gündeminde üst sıralara çıkıyor.

Dünyanın en büyük uluslararası özel sertifika vericilerinden biri olan ve AB dışında 80’den fazla ülkede denetlemeler ve sertifikasyon gerçekleştiren Ecocert, AB’ye erişim olanağı arayan organik üreticilere şunu söylüyor: “Tohumlar konusundaki AB yönetmelikleri, organik tohum piyasalarının kuruluşunu desteklemek anlamına gelir. İthalat izni verilmesi sırasında AT dışındaki ülkelerde bu kuralın uygulanışı gözetilecektir… Yukarıda belirtilen yönetmeliğe istisnalar ancak belirli koşullar altında tanınabilir. Eğer yetiştiriciler istenen çeşidin organik tohumlarını elde edemiyorlarsa, sertifikasyon kurumuna bunlara ulaşma imkanının olmadığına dair yeterli kanıt sunulmalıdır.”

ABD’de, en büyük organik sertifika verici kurum olan ve Latin Amerika ve Çin’den ABD’ye organik ithali için temel sertifika verici konumunda bulunan OCIA, üreticilerin kullandıkları tohumların çeşit adlarının ayrıntılarını veren bir formu doldurmalarını şart koşuyor; organik olmayan tohum kullanıldığı durumlarda çiftçiler her halükarda “organik tohumun kaynağını ortaya çıkarmak üzere en az iki kaynağa başvurma girişimlerinin kayıtlarına sahip olmalıdırlar.”

Büyük ithalatçı ülkelerdeki mevzuat ve sertifika vericilerden gelen baskılar, Güneyin ihracatçı ülkelerinden bazılarında şimdiden ulusal mevzuat ve standartlarda uyum sağlayıcı değişikliklere neden oluyor. Bunlar çoğu kez, çiftçiler için seçenekleri daraltarak, bunun yerel bağlamda ne kadar saçma olabileceğini önemsemeden, talep edilenin ötesine gidiyorlar. Tunus’un ulusal standardı, çiftçilerin sertifikasız organik tohum kullanmasına, yalnızca onların uygun çeşide ulusal ve uluslararası tohum piyasalarında ulaşılamadığını kanıtlayabildikleri zaman izin veriyor. Buna ek olarak, Tunus standardının en son versiyonu gereğince, tüm istisnaların süresi 2007’nin sonunda dolacak! Filipinler’in standardı, sertifikasyon kurumlarına istisnaların ne zaman sona ereceğine dair zaman çizelgesi belirleme çağrısında bulunuyor. Bolivya’nın 2002 ulusal standardı, 1999 AB Konsey yönetmeliğiyle uyumlu olarak istisnaların 2003’ten sonra geçersiz olacağını bildiren bir zaman çizelgesi belirliyor. Çin ve Arjantin henüz istisnalara kapıyı kapatmadı; fakat onların standartları çiftçilerin tohumlarının kaynağını kanıtlamasını istiyor.

Tayland’daki GreenNet’ten Vitoon Panyakul, problemin organik standartları “yasallaştırma” yönündeki büyük hareketten kaynaklandığını söylüyor. Panyaki, bu hareketin hükümetlere “organik”i tanımlama yetkisi verdiğini söylüyor ve bunun da pratikte şu anlama geldiğini belirtiyor: “’Organik’ sözcüğü, tarım sanayicilerinin standartları kendi istedikleri şekilde değiştirmek için çok daha kolay lobicilik yapabilecekleri ABD Tarım Bakanlığı, AB Komisyonu ve Japonya Tarım Bakanlığı tarafından tanımlanıyor.” Gerçekten, hükümetlerin organik tohumlara yaklaşımına bakıldığında, tohum sanayisinin önerdikleriyle organik sertifikasyon standartlarının koşullarının ne kadar üst üste düştüğünü görmemek imkansız: Az sayıda uzmanlaşmış tohum sağlayıcı şirketle işleyen sıkı biçimde düzenlenmiş bir sistem; tüm organik çiftçiler tohumlarını bu şirketlerden sağlamak zorundadır. Panyakul, “Thailer’in standartların gönüllülük temelinde tutulması için dişiyle tırnağıyla savaşacak olmasının” bir nedeninin de bu olduğunu söylüyor.

Tohum yasaları: Genel manzara

Bu organik sertifikasyon standartlarının yaratacağı tüm sonuçlar, çiftçilerin tohumlar üzerindeki tasarrufunu kısıtlayan yasal düzenlemeler ve diğer mekanizmalar paketinin her yana yayılması bağlamında bakıldığı zaman, apaçık hale gelir. Örneğin Avrupa’da, mevcut tohum yasalarına göre tescilli olmayan çeşitlerden gelen tohumları değiş-tokuş etmek veya satmak yasadışıdır. Bu nedenle çiftçilerin tohumları yeraltına inmek, tehlikeli bir yasadışı varlığa dönüşmek durumundadır. Gerçi hükümetler kuralların nasıl uygulanacağı konusunda farklılık gösteriyor ve gruplar çiftçilerin çeşitleri için kataloglarda biraz yer açmaya gayret ediyor ama bu noktada yasalar bu tür tohumların ulusal organik tohum veritabanlarına girmesine izin vermiyor. Buna, Avrupalı çiftçilerin ancak sertifikalı tohumları kullandıkları takdirde para yardımı alabilecekleri; organik veritabanlarında ulaşılabilir olan çeşitlerin birçoğunun, onlar ya hibrit olduğu ya da bitki yetiştiricileri hakları ile bağlı olduğu için, çiftçi katılımını imkansız kılması gibi sorunlar eklenebilir.

Avrupa tipi tohum yasaları, artık Güneydeki ülkeler arasında tamamen norm olma yolundadır. Afrika’da durum oldukça ciddidir. Bu kıtada, çoğu kez Kuzeyliler tarafından finanse edilen bölgesel girişimlerin etkisi altındaki birçok hükümet, halen kıtanın tohum ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan çiftçi tohumları için ne gibi sonuçlar doğuracağını dikkate almadan, AB tipi yasaları dayatma süreci içindedir. Tunus AB tarzı bir tohum yasasını 1999’dan beri uyguluyor; bu yasa, yalnızca resmi katalogda tescilli olan çeşitleri pazara sürebileceğinizi söylüyor ve bütünüyle çiftçi tohumlarının aleyhine olan ölçütleri kullanıyor. Hindistan’da, onay bekleyen yeni tohum yasası, çiftçileri tek-tiplilik ve saflık standartlarını karşılamayan tohumları satmaktan men ediyor ve tohumlarını bir “marka” adıyla satmalarını engelliyor. Bolivya’nın yeni tohum yasası resmi katalogda kayıtlı olmayan tohumların satışını veya değiş-tokuşunu yasaklıyor; aslında o, çiftçilerin çeşitlerinin satışını ve değiş-tokuşunu yasaklıyor. Bu tür tohum yasaları, uygulanmakta olan organik standartlarla birlikte, aslında, çiftçi tohumlarıyla sertifikalı organik üretim yapmanın tüm yasal zeminlerini ortadan kaldırıyor.

Organik AŞ

Bu yasal zorluklar organik gıda zincirinde şirketlerin varlığının büyümesi bağlamında değerlendirildiğinde, tablo daha da karanlık hale geliyor. Yıllık küresel organik gıda ve içecek pazarı yaklaşık 30 milyar avro hacmindedir ve uluslararası büyüme oranları yıllık yüzde 15 ile yüzde 22 arasında değişiyor; buna karşılık genel gıda ve içecek pazarının büyüme oranları yıllık yüzde 2 ile yüzde 6 arasındadır. Şu veya bu biçimde gıda işiyle uğraşan büyük şirketlerin hepsinin bir gözü organik gıdalar üzerindedir. ABD’de 4000, dünyanın geri kalanında 2200’ün üzerinde mağazası bulunan küresel süpermarket devi Wal-Mart son zamanlarda organiklere yöneldi. İngiltere’nin iki önde gelen süpermarket zinciri olan Tesco ve Sainsburys’in her biri şimdiden ülkedeki organik pazarının yaklaşık yüzde 30’una sahip. Bu şirketler kendi satın alma ve dağıtım ağlarını kurdular; nerede olursa olsun bütün çiftliklere ulaşıyorlar ve bu şekilde organik üretimi etkileri altına alıyorlar. Ve bu çiftlikler çoğunlukla Güneydedir: İngiltere’de satılan organik meyve ve sebzelerin tam yüzde 83’ü gelişmekte olan ülkelerden ithal ediliyor. Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ile Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) ortak kuruluşu Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (ITC) ifadesiyle, “ürünlerine ilişkin beklentilerindeki ve satın alma güçlerindeki giderek artan zorluklar ve sıkıntılar, onları -pazara sürecekleri ürünler için- neredeyse tümüyle endüstriyel gıda üretimi yöntemlerine yöneltebiliyor.”

Büyük tedarikçiler, müşterileri olan perakende zincirleriyle askeri nizamda uygun adım yürüyor. Pepsi, Danone, ConAgra ve Tyson gibi gıda şirketleri, -süpermarketlere ürün tedarik etmek için- daha küçük organik gıda şirketlerini ele geçiriyor veya kendi organik üretim işletmelerini geliştiriyorlar. Bu şirketlerin çoğu üretimlerini Güneyde sözleşmeli yetiştirme projeleri (contract growing schemes) yoluyla gerçekleştiriyor. Örneğin, ABD’deki en büyük dondurulmuş brokoli tedarikçisi MarBran, son zamanlarda Guatemala’da bir sözleşmeli yetiştirme projesi uyguluyor.

Büyük perakendeciler sık sık, onların tedarikçilerinin kendi üreticilerine -organik olsun ya da olmasın- EurepGap standartlarını uyguladıklarını belirtiyorlar. Yakın zamanlarda GlobalGap adını alan EurepGap, dünya çapında tarımsal ürün sertifikasyonu için gönüllülüğe dayalı standartlar oluşturan bir özel sektör kuruluşudur. Organik üretimle ilgili tohumlar konusunun öneminden dolayı EurepGap bir tohum standardı oluşturdu; bu standart, çiftçilerin “YBÇKB (Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği) ölçütlerini karşılayan” çeşitleri kullanıp kullanmadığını değerlendirmek ve “yetiştirilen çeşitlerin yerel mevzuata uygun ve fikri mülkiyet haklarıyla uyumlu olarak elde edildiğini kanıtlayan, istek üzerine ulaşılabilecek olan yazılı belgelerin bulunduğunu” teyit edecek olan sertifika vericilerin varlığını şart koşuyor. EuropGap standardı aynı zamanda, çiftçinin, “tohum kalitesini garanti eden ve çeşit saflığını, çeşit adını, parti (batch) numarasını ve tohum satıcısını belirten bir belge”yi saklamasını ve ulaşılabilir halde tutmasını gerektiriyor. EuropGap, dünyanın her yerindeki iyi tarımsal uygulama için pratik bir rehber olarak hizmet ettiğini ileri sürüyorsa da, tohum kullanımı konusunda, daha çok tohum sanayisinin bir lobi kuruluşu olarak işlev görüyor.

Gen devleri ilerliyor

Organik tohumlar da, organik sanayisini ve genel olarak gıda sistemini etkileyen şirket birleşmeleri furyasından muaf değildir. Gerçekte, görece büyük tohum şirketlerinin bazıları şimdiden organik tohumları geliştirmeye ve pazara sunmaya başladılar. Avrupa veritabanlarındaki organik tohumları pazara sunan küresel “en büyük 10” tohum şirketi arasında şunlar bulunuyor: Yan kuruluşu Pioneer eliyle organik mısır tohumu sunan Dupont; yan kuruluşları Advanta Seeds ve Nickersons eliyle bütün bir dizi ürünü sunan Fransız tohum devi Limagrain; organik mısır ve şekerpancarı sunan Alman KWS. Başka şirketler ise daha küçük organik tohum şirketlerini kendine katarak satın alma yoluyla sektöre giriyor; Alman organik tohum şirketi Hild’i satın alan Bayer ve ABD’deki ilk organik tohum şirketlerinden biri olan Seeds of Change’i ele geçiren M&M Mars gibi. Organik tohumlardaki kâr fırsatları büyürken bu eğilim de güçlenecektir.

Avrupa’da satılan organik tohumların bir çoğunun kaynağı, ürün listesine organikleri ekleyen az sayıdaki büyük Hollanda şirketidir. Onlar pek çok ülkede istasyonlara ve yan kuruluşlara sahiptir ve böylece bütün bir yıl boyunca tohum üretebiliyorlar. Sözgelimi Enza Çin, Tanzanya ve Meksika dahil 14 ülkedeki yan şirketleriyle büyük bir çok-uluslu tohum şirketidir. Organik sebze tohumlarının üretiminde, onun yan şirketi olan Vitalis eliyle iş yapar. İki büyük tohum şirketi Bejo ve Rijk Zwaan’ın her biri düzinelerce ülkede operasyonlar yapar; bunlar şimdi aynı zamanda piyasaya organik tohum sunuyor.

Birçok küçük tohum ticarethanesi pazara organik tohum sürüyor olsa da, Avrupa’daki sertifikalı organik tohum üretimi şimdiden birkaç büyük şirketin elinde toplanmıştır. Örneğin ulaşılabilir organik çeşitler için Hollanda veritabanına bakan biri, tekrar tekrar aynı isimlere rastlar. Her ürün tipik biçimde iki veya üç şirketin hakimiyetindedir (bkz. aşağıdaki tablo).

Hollanda pazarındaki sertifikalı organik tohumlar, seçilmiş ürünler: Pazara birkaç şirket hakim


Ürün (toplam çeşit sayısı) En büyük şirketler (çeşit sayısı) Toplamın %si
Karnabahar (11) Vitalis (9) % 82
Hıyar (42) Vitalis (13), Rijk Zwaan (10), Hild (8) % 74
Mısır (12) Ekova (4), Limagrain (3), Pioneer (2) % 75
Tatlı biber (32) Vitalis (24) % 75
Kıvırcık salata (151) Vitalis (66), Rijk Zwaan (39) % 70
Beyaz lahana (49) Bejo (21), Bingerheimer (13) % 70
Ispanak (21) Vitalis (4) Bejo (3), Bingerheimer (3) % 83
Domates (71) Vitalis (29), De Ruiter (14), Rijk Zwaan (6) % 69
Kaynak:
www.biodatabase.nl

Tohumların ve organik ürünlerin bütünleşmesi dünyanın diğer yerlerinde de gerçekleşiyor. Çin’de ülkenin en büyük “Yeşil Gıda” ve organik ürünler şirketi olan Çin Ulusal Yeşil Gıda Sanayi Şirketi, Çin Ulusal Tohum Şirketi’nin yan kuruluşudur. Bu demektir ki, ülkenin en büyük tohum şirketi, organik üretimde kullanılan tohumlara ilişkin Çin’in standartlarına uygunluğu gözetimle yükümlüdür. Benzer bir durum Hindistan’da görülüyor. Ülkenin önde gelen tohum şirketlerinden biri olan Namdhari Seeds, bugün organik gıdaların başlıca üreticilerinden ve perakendecilerinden biridir. Bir diğer büyük Hindistan tohum şirketi JK Agri Genetics -büyük bir şirketler grubu olan JK Topluluğu’nun bir parçası- Aralık 2006’da kendi organik gıdalar bölümünü oluşturdu. Bu şirket şimdi 200-300 sözleşmeli organik yetiştiriciden oluşan bir ağ kuruyor.

Temellere geri dönüş

Organik çiftçilerin çoğu, organik tohumların kullanımının tercih edilir olduğu konusunda anlaşır ve bu nedenle tohum sistemlerinin geliştirilmesini açıkça destekler. Fakat organiklerin güvenilirliğini korumanın bir yolu olarak tohumları belgelendirmek (certifying), onları bir pazar yaratmanın ve organik tohumları tohum şirketleri için kârlı hale getirmenin bir yolu olarak belgelendirmekten bütünüyle farklıdır.

Onyıllardır çiftçilerle birlikte tohum çeşitliliği üzerine çalışan Kolombiya’daki “Grupo Semillas”dan German Velez şu açık sonuca ulaşıyor: “İster geleneksel ister transgenik tohumlar için olsun, tohum sertifikasyonunun her biçiminin yanlış ve zararlı olduğunu düşünüyoruz. Bu işlem çoğu kez, bir avuç tohum şirketinin yalnızca tohum zincirini değil, onlarla birlikte gelen teknolojileri de kontrol etmesine izin veren fikri mülkiyet hakları sistemiyle ilişkilendirilir. Organik tohumların sertifikasyonu da aynı şekilde kabul edilemezdir; çünkü o, sertifika vericilerin ve tohum şirketlerinin uyguladığı kontrol yoluyla küçük çiftçilerin organik tarımdan dışlanmasının ve üzerlerinde egemenlik kurulmasının bir aracıdır. Bu bağlamda, resmi sertifikasyon sistemleriyle bağı koparmayı ve üreticiler ile tüketiciler arasında doğrudan, dürüst bağlantılar kurmayı hedefleyen girişimler ortaya çıktı. Bu alternatiflerin çoğu henüz pek göze çarpmıyor olsa da, onlar çoğalıyorlar ve yerli tohumların ve tarım bilgisinin değiş-tokuş edildiği yerel değiş-tokuş sistemleri ve pazarları olan tohum festivalleriyle daha da güçleniyorlar.

Kosta Rika organik tarım hareketinden Eva Carazo da benzer bir sonuç çıkarıyor: “Biz organik tarımı tarımsal-ekoloji olarak anlıyoruz ve bu mantıkla, doğrudan doğruya yerel ve yerli (özgün) tohumları savunma üzerinde odaklanıyoruz. Kosta Rika’daki mevzuat, ulaşılabilir oldukları takdirde, sertifikalı organik tohumların kullanımını zorunlu tutuyor. Bizim avantajımız şu ki, bu tohumlar henüz ulaşılabilir durumda değiller; bu nedenle organik üretim genel olarak hala yerel tohumlara dayanıyor.”

Chito Medina, Filipinler’deki alternatif “Masipag çiftçi garanti sistemi”ni geliştirme işine katılıyor. Masipag, çiftçilerin kendi standartları temelinde ürünlerine kalite kontrolü uyguladıkları bir tür grup sertifikasyon sistemidir ve yerel gıda güvenliği sorununa çözüm getirmeye odaklıdır. Masipag, yerel tohum üretimini destekleme ve geliştirmeye ilişkin onlarca yıllık bir deneyime sahiptir ve aynı zamanda organik üretime katılır. Filipinler hükümeti yakın zamanlarda organik standartlara ilişkin yasal düzenlemeleri onayladı; fakat Medina, bunun Masipag gibi çiftçilerin başını çektiği girişimleri destekleyip desteklemeyeceğinden kuşku duyuyor: “Hükümet milyonlarca çiftçiyi göremiyor; onlar yalnızca kendisini gösteren şirketleri, büyük ve sesi çok çıkan üreticileri görüyor. Bu durumda, hükümetin modeli, aslında bir şirket yaklaşımıdır.

Büyük çiftçiler ve sertifika vericiler ile biyo-çeşitliliği ve küçük çiftçileri savunan ve giderek sesini yükselten grubun ikili çıkarlarını bir arada -ama gerilimsiz değil- temsil eden IFOAM bile, piyasa yönelimli sertifikasyon düzenleri yerine, çiftçiler ve tüketiciler arasında güvenli ilişkiler kurulması yönünde işlev gören yerel sistemleri destekleyecek programlara sahiptir. Bununla paralel olarak, IFOAM çeşitli mitingleri mali olarak destekledi ve “katılımcı garanti sistemleri” konusunda özel bir çalışma grubu kurdu; sözkonusu sistemler organik standartlara bir alternatif oluşturuyor ve IFOAM’ın üye örgütlerinin çoğu tarafından aktif biçimde takip ediliyor.

Organik tohumlar çiftçilerin ellerinde olmalıdır

Günümüzde takip edilen, tohumları organik sertifikasyon cenderesine sokma yolu, organiklerin ticari yönleri onun daha köklü hedeflerine baskın olmaya başlayınca işlerin nasıl kötüleşebileceğini gösteriyor. Esas olarak sertifikasyon, çiftçileri, onlara organik tohumları sağlamaları için tohum şirketlerine para ödemeye zorlamanın bir aracı olarak kullanılıyor; bunun altında, tohum şirketlerinin bu parayı iyi organik çeşitlere tahvil edeceği varsayımı yatıyor. Fakat organik hareketindeki sayısız örnek gösteriyor ki; çiftçiler, özel sektör veya resmi sertifikasyon olmasızın, kendi tohum ihtiyaçlarını kolektif olarak gözetme konusunda oldukça yeteneklidirler. Ekolojik tarımcılık ilkeleri temelinde “yeni tarım hareketi”ni yürüten Bangladeşli STK (sivil toplum kuruluşu) UBINIG örneğini ele alalım. Onun kurucularından Farida Akhtar’a göre, UBINIG ülke çapında yaklaşık 100.000 çiftçi ailesini içeriyor. Bu çabayı sürdürmek için birçok “topluluk tohum zenginliği merkezleri” kuruldu; bunlar düzinelerce farklı ürünün yüzlerce farklı çeşidinin tohumlarıyla ağa hizmet veriyor. Fakat bu merkezler, parçası oldukları tohum ağının yalnızca göze çarpan küçük bir bölümüdür. Ülkenin çok farklı parçalarındaki yüzlerce topluluk her mevsim bu tohumları kullanıyor ve onları kendi çiftliklerinde saklıyor. Köylüler, herhangi bir anda binlerce farklı tohum çeşidinin yetiştirilmesini ve bir yerlerde canlı tutulmasını garantileyecek şekilde gelişkin bir değiş-tokuş ve gözetim ağını yürütüyor. Sertifikaya hiç gerek yok.

Mesipag’ın halk topluluklarına dayanan yaklaşık 500 örgütten oluşan ağı, bir “Çiftçi-Biliminsanı Ortaklığı”na öncülük etti; böylece çiftçiler bir grup tarımbilimcinin yardımıyla kendi pirinç çeşitlerini üretmeye başladılar. Kimyasal maddesiz tarım ve bunun ülke çapında yayılması yönelimiyle onlar, geniş bir Masipag çeşitleri yelpazesi yarattılar; onların çoğu resmi bitki yetiştirme kurumlarınca üretilenlerden daha üstün niteliklidir. Bu çeşitler merkezileştirilmiyor ve yerel düzeyde değiş-tokuş ediliyor. Çiftçiler hangi ürünlerin kendilerine uygun olduğunu biliyor ve tüketiciler Masipag’ın neyi temsil ettiğini biliyor. Masipag çiftçilerine sertifikalı organik pirinç çeşitleri sağlayacak yetiştirme/geliştirme kurumlarına hiç gerek yok.

Kuzeydoğu Brezilya’da ASPTA ve diğer STK’lar, yerel olarak üretilmiş ve intibak etmiş tohumlara ulaşmayı ve böylece tohum şirketlerinin sunduğu çeşitlere bağımlılıktan kaçınmayı sağlamak üzere, çiftçilere bir topluluk tohum bankaları ağı kurmaları için yardım etti. Doğu Afrika’da, Etiyopya Organik Tohum Hareketi (EOSA), çiftçiler tarafından geliştirilen iyi kaliteli tohumların çeşitliliğini ve ulaşılırlığını güvence altına almak amacıyla yerel tohum değiş-tokuş ağı yaratmak üzere çiftçilerle birlikte çalışıyor. Fransa’da, Réseau Semences Paysannes, canlı bir tohum ağını yaşatan ve yerel tohum seçme (seleksiyon) ve geliştirme yeteneğini organize eden, biyo-çeşitlilikle ilgili köylü-çiftçiler ve örgütlerden oluşan bir ağdır. Benzer ağlar İspanya’da, İtalya’da ve Avrupa’nın diğer kısımlarında da vardır.

Çiftçiler düzeyinde iyi ve çeşitli tohumlara ulaşılmasını sağlayan bu tür yaklaşımların, ağların ve sistemlerin birikmiş deneyimi etkileyicidir. Tohum şirketleri elbette buna katılabilir; fakat çiftçilerin, büyük tohum şirketlerine kârlı gelen organik tohumlara yatırım yapılması için kendi tohum sistemlerini feda etmeleri, intihar anlamına gelir. Fakat bu, tam da organik standartların yapmak istediği şeydir. IFOAM eski başkanından yapılan alıntıda belirtildiği gibi sorun sadece organik tohum sertifikasyonunun çiftçilerin tohum sistemleri açısından düşük öncelikli olması değildir; o gerçekte çiftçilerin tam da varoluşlarına yönelik büyük bir tehdittir.

Eğer organikler küçük ölçekli çiftçiler ve yerel gıda sistemleri için anlamlı bir konsept olarak varlığını sürdürecekse, onun bu tür piyasa tuzaklarından kaçınması gerekir. Organik hareketinin organik tohum sertifikasyonu standartlarının dayatmalarına “dur” demesi için; şirket tohum sisteminden geri durması için; ve çeşitliliğin zenginliğini, her yerde filizlenen çiftçilerin yönettiği sistemleri sürdürme, geliştirme ve yaygınlaştırmada diğerleriyle birleşmek için, çok geç kalınmış değildir.

“Bir çiftçi olarak benim temel çıkarım -inanıyorum ki bu görüşü çiftçilerin çoğuyla paylaşıyorum-, organik tarımcılığa iyi biçimde uyarlanmış tohumları ve çeşitleri elde etmededir. Bunlar eskiden kalma tohumlar da olabilir, yeni geliştirilmiş tohumlar da. Kabul etmeliyim ki, bu tohumların sertifikalı organik olup olmaması benim öncelik listemde ve aynı zamanda gıda ürünlerimi satın alan tüketicilerin önceliklerinde giderek alt sıralara düşüyor. Son zamanlardaki standartlar ve yasal düzenlemelerdeki değişikliklerin bu öncelikleri yansıttığından kuşkuluyum.” Gunnar Rundgren, IFOAM’ın eski başkanı.


Bask ülkesinde alternatif piyasalar oluşturma

Bask küçük çiftçiler örgütü ENHE, diğer sivil toplum gruplarıyla birlikte, bir bütünsel katılımcı sertifikasyon projesinin geliştirilmesine katılıyor. Bu proje yalnızca tarımsal-kimyasalların kullanılmaması anlaşmalarını değil, sosyo-ekonomik faktörleri (katılan çiftçiler için asgari bir gelir gibi) ve tüketicilerle yakın ilişkileri (proximity) de içeriyor. Girişimin dayandığı iki temel ilke, gıda bağımsızlığı ve tarımsal ekolojidir. Tohumlara gelince; başlangıç noktası, “projenin yerel ürünlerin ve çeşitlerin, ayrıca onlarla ilgili yerel tarımsal bilginin varlığının sürdürülmesini, yeniden üretimini ve iyileştirilmesini desteklemesidir.” Projeye katılan çiftçilerden biri olan Paul Nicholson, girişimi ve onun uğraşmayı hedeflediği konuları şöyle açıklıyor:

“İki-üç yıl, ürettiğimiz gıdaların sertifikasyonu hakkında bir iç tartışma yürüttük. Üyelerimizin giderek artan bir bölümü, bölgesel hükümetten ve IFOAM’dan gelen mevcut sertifikasyon sistemlerini reddediyor. Temel sorun, bu sertifikasyon planlarının organik tarımın ihracat ve piyasa yönelimli türlerini savunuyor ve teşvik ediyor olması; buna karşılık bizim sürdürdüğümüz tarım türünü pek dikkate almamasıdır. Bizim bakışımıza göre, tek unsur çevresel sürdürülebilirlik değildir. Toplumsal faktörler, ekonomik faktörler ve yakın ilişkiler unsuru aynı derecede önemlidir.

Bizler, çiftçi ve tüketici örgütlerini ve ağlarını içeren ve sürecin üretim, dağıtım ve tüketim yönlerini kapsayan alternatif sertifikasyon sistemleri üzerinde tartışma yürütüyoruz. Bunlar üretim, toplumsal koşullar (emek, fiyatlar, ücretler vb.) ve çevresel koşullara ilişkin modeller konusundaki geniş uzlaşımlara dayanıyor. Tüketiciler de, onlarla birlikte tanımladığımız parametreleri kabul ediyor ve onlara uyma taahhüdünde bulunuyor.

Bu zor bir iştir ve büyük bir risktir; çünkü biz esas olarak alternatif pazarlar yaratıyoruz. IFOAM içinde bu konu büyük bir tartışmaya yol açtı. Küçük çiftçiler artık sorunların altından kalkamıyor; bu nedenle piyasalara ve tüketicilere ilişkin farklı bir yaklaşıma ihtiyacımız var. IFOAM içinde, tarımsal ihracat modeline doğru çok güçlü ve etkisini arttıran bir yönelim var. Fakat bu ikiliği sürdürmek imkansızdır. Bir yanda ihracat modeli, diğer yanda yakın ilişkilere dayanan çiftçilik… açıkçası bunlar birbiriyle uyuşmuyor. Bunlar uzlaşmaz çelişki içindedir ve IFOAM bugün bir iç sorun ve tartışmayla karşı karşıyadır.”

Çeşitliliğin yok edilişi

Organik tarımcılığın ana ilkelerinden biri, tarımsal biyo-çeşitlilikten yararlanma ve onu sürdürmedir. İronik biçimde, organik tohum standartları yönündeki zorlama, çeşitliliği yok etmeyle sonuçlanıyor. Organikler üzerindeki artan şirket kontrolü ile bir organik tohum piyasası yaratmayı dayatan yasal mevzuat arasında sıkışmış olan; öte yandan kendi tohumlarını veya kendi çiftçilik koşullarına uyumlu geleneksel tohumları kullanmak isteyen çiftçiler, kendilerini giderek artan biçimde yasadışılığın sınırlarında buluyor.

İtalyan Organik Tarım Birliği’den (AIAB) Cristina Micheloni, çiftçilerin seçimini şöyle özetliyor: “Yerel çiftçilik sistemlerine uyan ve pazar tarafından talep edilen ama tohumları sertifikalı organik olarak ulaşılabilir olmayan bir uyarlanmış çeşidi kullanmak; ya da özel olarak yerel koşullara uyarlanmış olmayan ve pazar tarafından özellikle talep edilmeyen bir çeşidin sertifikalı organik tohumlarını kullanmak.” Bu seçim olanağı, tarımsal biyo-çeşitlilik ve sürdürülebilirlik için feci sonuçlar doğuran yasal düzenlemelerdeki değişimle zaman içinde ortadan kaldırıldı. Micheloni ve onun çalışma arkadaşları, İtalya’daki geleneksel çiftçilerin 35 yaygın buğday çeşidi, 60 işlenebilir domates çeşidi ve 56 mısır çeşidine ulaşabildiğini belgelediler. Oysa organik çiftçiler yalnızca -sırasıyla- 15, 7 ve 6 ürün çeşidi arasından seçim yapabilir; kaldı ki bu çeşitler onların çiftçilik sistemlerine uyarlanmış olmayabilir de. Ayrıca, organik sebze çeşitlerinin çoğu hibrittir ve bu da onların çiftlikte çoğaltılma olanağını ortadan kaldırır. Sonuç olarak, çok fazla sayıda çiftçi, kendi çeşitlerini veya yerel çiftçilik sistemlerine uyan ama bir organik olarak ulaşılabilir olmayan diğer çeşitleri kullanabilmek için kendilerine istisna tanınmasını istiyor; fakat bu seçenek, şirketler ve sertifika vericiler onları yasadışılığa itmede başarılı oldukça, giderek artan ölçüde sınırlı hale geliyor. Bu şekilde, organik tohuma ilişkin düzenleme, çeşitliliği arttırmak yerine azaltıyor.

Cristina Micheloni, Kuzeydoğu İtalya’nın tipik bir bitkisi olan radicchio (bir çeşit hindiba) üreten Veneto’lu çiftçilerin durumunu rapor ediyor: “Oradaki çiftçiler yüzyıllardır kendi radicchio çeşitlerini ürettiler; organik olarak sertifika verilmiş ya da resmi olarak tescil edilmiş olanları değil. Yasal mevzuata göre şimdi onların bunu yapmasına izin verilmiyor; fakat onlar, daima yaptıkları gibi, bunu bir şekilde yapıyorlar; bu da onların ürettiklerinin kalitesi bakımından kilit önemdedir. Her çiftçi belirli bir radicchio türünde uzmanlaşır ve bunlardan çok sayıda vardır: radicchio di Treviso, di Verona, Chioggia, di Lusia, di Castelfranco… Onlar tohumları tümüyle gayriresmi olarak kendi aralarında değiş-tokuş eder ve dener. Tüketiciler onları sever ve yüksek fiyatlar öder. Bu şekilde çiftçiler tarlalarda çeşitliliği sürdürür ve kendi çiftçilik koşullarına, çiftçilik tarzlarına ve piyasanın talebine en uygun bitkileri kullanır. Fakat durum giderek daha da zorlaşıyor. Bu çeşitler, çoğu kez yeterince tek-tipli veya istikrarlı olmadıkları için, herhangi bir katalogda tescil edilme hakkı kazanamıyor. Ve onlar tescilli değillerse, yasal olarak yokturlar.

“IFOAM içinde, bu konu hakkında çok fazla tartışıyoruz. Çok farklı görüşler var ama denetim kuruluşlarının, sertifika vericilerin mantığı hakim oluyor. İstisnalar konusunda basit kurallar koymak ve yoruma yer bırakmamak istiyorlar. Bunun yanı sıra bitki yetiştiricilerinin lobisi var. Tüm bunlar, çiftçilerin neden esneklik ve çeşitlilik istediği dikkate alınmaksızın, yalnızca sertifikalı organik tohumların kullanılması yönünde müthiş bir baskıya yol açıyor. Bence konu gerçekten çok basittir. Küçük çiftçiler sertifikalı organik tohumlar satın almaya zorlanmamalıdır.”




TARIM SİSTEMLERİ SORUNU: OLMAK VEYA OLMAMAK[1]

Tayfun Özkaya[2]

Dünyanın yok olup olmaması sadece sanayinin değil tarım üreticilerinin de elindedir. Çiftçilerimiz genellikle sanayinin tarım alanlarına verdiği zararı görür. Gerçekten ülkemizin birçok yerinde örneğin Trakya’da, Ege’de nehirlerin getirdiği sanayi ve kentsel kökenli kirlilik tarımı yok etmektedir. Ancak bu nehirlerin kirlenmesinde kimyasal gübreler ve ilaçların da rolü vardır. Ülkemizde bazı göller gübre ve tarım ilaçları yüzünden ölmektedir. Dünya’da tarım da kirliliğe ve küresel ısınmaya katkıda bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nın 2000 yılında yayınladığı bir rapora göre tarımın dünya toplam sera gazlarının %20-30’unu ürettiği tahmin edilmiştir. Tarımın payı metan gazında %44 ve karbondioksitte %20’dir.[3] Dünyanın yok olmasını istemiyorsak tarımda sistem sorununa ciddi eğilmeliyiz. Yönelmemiz gereken tarım sistemleri organik ve sürdürülebilir tarım sistemleridir.
Tarım sistemleri olarak kabaca bir uçta “endüstriyel tarım” bulunmaktadır. Bu sanayiye dayalı ilaç, gübre vb. kullanan tarım sistemidir. Bunu konvansiyonel tarım şeklinde adlandıranlar da vardır. Diğer uçta ise “organik tarım” veya ekolojik tarım denilen sanayiye dayanan girdileri (kimyasal ilaç ve gübreleri) kullanmayan[4] tarım sistemi bulunmaktadır. Bunların arasında “sürdürülebilir tarım” daha doğrusu “düşük düzeyde sanayi girdisine dayalı sürdürülebilir tarım” bulunmaktadır.[5] Bu sistemde temel olarak sanayiye dayalı girdiler olabildiğince azaltılmakta ideal durumda sıfırlanmakta ve daha çok tarım sisteminin kendi içinden ürettiği doğal gübreler ve ilaçlar kullanılmakta, entegre mücadele[6] denilen kamuoyunun kabaca “böceği böceğe yedirmek” diye bildiği (aslında bakteri ve mantarların da birbirine karşı kullanılmasını, uygun nöbetleşme sistemleri gibi kültürel önlemleri de içermekte) daha bir çok teknik kullanılmaktadır.[7] Ancak ülkemizde ve dünyada “sürdürülebilirlik” teriminin içi boşaltılmaya çalışılmaktadır. Endüstriyel tarımın biraz kontrollü biçimleri dahi sürdürülebilir olarak nitelendirilmektedir. Avrupalı, süpermarket zincir sistemleri kurmuş perakendecilerin geliştirdiği Europgap bunlardan biridir ve temelde endüstriyel tarım sistemini de içermektedir. Europgap sistemini sürdürülebilir tarım terimi içine sokmak yanlıştır. Şüphesiz denetimsiz bir üretime göre bu da tercih edilir. Bu karışıklığa bir son vermek gereklidir. Araştırmacılar dahil birçok kişi Türkiye’de bu iki uç arasında yer alan “sürdürülebilir tarım” seçeneğini görmemektedir. Kısacası bazılarının gördüğü gibi sadece organik tarım yoktur.
Organik tarım ve sürdürülebilir tarım seçeneklerini ileri sürdüğümüzde hemen bazıları “ama dünya’da açlık var” diye karşı çıkmaktadır. Dünya’daki açlık gıda üretiminin azlığından kaynaklanmıyor. Açlığın temel nedeni başta yoksul ülkelerdeki ve bütün dünyadaki (ABD ve gelişmiş diğer G7 ülkeleri dahil) yoksulların gelirinin düşüklüğüdür. Dünya’daki gelir dağılımının kötülüğüdür.

Dünya Sağlık Örgütünün kabullerine göre ortalama bir insanın günde 50 gram toplam protein, 17 gram kaliteli protein (bunun çoğu hayvansal besinlerden) ve 2000 kalori tüketmesi sağlıklı yaşaması için yeterlidir. Bu ölçütlere göre ortalama olarak ABD yurttaşı ihtiyacından iki misli fazla toplam protein, beş misli fazla hayvansal protein, iki misli fazla da enerji tüketmektedir. Bu verilerin kaynağı Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütüdür. Bunların ortalama olduğu, birçok ABD yurttaşının aç olduğunu da dikkate alırsak en zenginlerin ihtiyacının çok daha fazlasını tükettiğini ve şişmanlıktan patlamak üzere olduğunu belirtelim. İşin tuhafı Uganda gibi ülkelerde bile bir çok yıllık ortalamaların, çok fazla açık olmadığı gibi bir bilgiyi bize vermesidir. Şüphesiz bu ülkelerde de dağılım çok kötüdür ve milyonlarca insan açtır. Bir yandan da Avrupa Birliği gibi ülkelerde besin stokları artmakta veya süt tozları hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Bu verileri doğrulayacak şekilde Dünya gıda üretimi istatistikleri incelendiğinde Afrika kıtası hariç bütün kıtalarda kişi başına gıda üretiminin artmış olduğu görülmektedir. 1961’e göre 2004’de Dünya‘da kişi başına besin üretimi %34, ABD’de %41, Türkiye’de %6, Avrupa Birliğinin 15 ülkesinde %37, Asya’da %91 artmış, ancak Afrika’da %4 azalmıştır.
Eğer dünya’daki tahıl üretimi eşit olarak dağıtılırsa, kişi başına 330 kilo düşer. Bu enerji ihtiyacını karşılamak için yeterlidir. Problem zengin kuzey ülkelerinin kişi başına 600 kilo tahıl tüketmeleridir. Bunun önemli bir kısmı hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. [8] Aşırı hayvansal gıda tüketimi sorun olmaktadır.

Açlığın temel nedenleri eski tip emperyalizmin özellikle Afrika ülkelerinde kahve, pamuk gibi ürünlerin ekilmesini zorunlu tutması, yeni tip emperyalizmin ticaret yoluyla yarattığı sömürme, savaşlar, çatışmalar ve hastalıklardır. Örneğin kahvede tüketicinin ödediği fiyatın sadece %2’sinin kahve üreticisi köylülerin eline geçmesi ilginçtir. Kakao üreticisi köylerde çocuklar çikolatayı tanımamakta ve bu köylerde açlıktan insanlar ölebilmektedir. Rekabet denilen (aslında olmayan) şey bunları doğuruyor, üreticilere hiçbir şey getirmiyor. Türkiye’ye de böyle; bir şey getirmeyecek, o yüzden tabii ki biz tarımımızı şöyle bir üçgen içinde yapılandırmamız gerekir: Bir tarafında biyoçeşitlilik olmalıdır, biyoçeşitliliği koruyacak politikalar olmalıdır. Rekabet buna izin vermiyor diye biyoçeşitliliği yok etmeyi kabul edemeyiz. İkincisi; bölgesel yeterlilikler olmalıdır, yani bir bölge öncelikle orada üretilen ürünleri tüketmelidir. Bu sonuna kadar götürülmez, elbette Türkiye kahveyi ithal edebilir. Üçüncüsü ise; sürdürülebilir ve organik tarım seçeneklerini güçlendirmemiz lazım. Bunlar kendiliğinden olmaz, bir politika gerektirir. Bu gün de tersi bir politika işlemektedir. Örneğin şu anda Türkiye’de organik tarım nerede ise tamamen ulus ötesi büyük firmaların ellerindedir. Dünya ticareti 1970’li yılarda başlayan organik tarım, Türkiye’de Avrupa kökenli firmaların talebiyle 1984-1985 yıllarında başlamıştır. Ancak son yıllarda İç pazarda kıpırdanmalar görülebilmiştir.
Bu firmalar organik tarım üreten çiftçileri tam anlamıyla kıskaç altına almışlardır ve sömürmektedirler. Mesela; endüstriyel ürüne göre verdikleri fiyat farkını (yani primi) sıfıra kadar indirmişlerdir. Sadece bazı yeni ürünlerde fark vermeye yanaşmaktadırlar. Türkiye’de etkinlik gösteren dokuz kontrol ve sertifikasyon kuruluşundan yalnızca üçü Türkiye kökenlidir. Avrupa’da genellikle üreticiler ve kooperatifler organik tarım üreticisi sertifikası almaktadırlar. Türkiye’de ise sertifika alan üretici sayısı çok azdır. Kooperatif sayısı ise bir iki adettir. Sertifikaları ihracatçı firmaları üreticiler adına almaktadır. Sertifika çıkarmak için gereken masraflar küçük üreticilerin kaldıramayacağı boyutlardadır. Günlük harcırah için elemanlar 200-250 Euro almakta, bir üreticinin sertifika almak için 1000-2000 YTL masrafı göze alması gerekmektedir. Organik ürün ihracat firmaları üreticilere eğitim getirdiklerini iddia etseler de bu daha ziyade organik tarıma başlarken ikna amacıyla yapılmakta, daha sonra bu eğitimler çok yetersiz düzeylerde, sorun çıkarsa çözmek amacıyla yapılmaktadır. Organik tarımda temel hedef olarak girdilerin işletmeden veya köy içinden sağlanması gerekirken organik gübre adı altında çeşitli ticari markalarla yeni bağımlılıklar yaratılarak organik tarımın ilkelerine ters bir yöneliş de bir süredir başlamış bulunmaktadır. Bazı köylerde yaptığımız görüşmelerde 15 yıla yakın süredir organik tarım yapan köylerde yeşil gübrelerin bilinmediği, bazı üreticilerin gizlice kimyasal gübre kullandığı, bir çoğunun da bitkilerini iyi besleyemeyerek verim kaybı ile karşılaştıklarını öğrendik.

Türkiye’de en son TUSİAD tarım raporunda da görüldüğü gibi başka bir yanılgı da, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve Dünya Ticaret Örgütünün önerdiği politikaların sonucu başta hayvansal ürünler, buğday, şeker pancarı vb. birçok ürünü üretemez hale geldiğimizde organik tarımda çok avantajlı olduğumuzdan dolayı kayıplarımızı bu alandan telafi edebileceğimiz şeklindeki görüşlerdir. Türkiye’de temel bir çok tarım ürününün üretilemez hale gelmesi ülkenin birçok yerinde tarım sistemlerinin çökmesi anlamına gelir. Bu çöküş kabul edilemez. Kaldı ki organik tarım hayvancılık olmadan yapılamaz. Diğer yandan organik tarım şu anda tarım ürünleri ihracatımız içinde çok küçük bir yer tutmaktadır ve bir çok üründe endüstriyel ürüne göre organik ürüne verilen sıfıra yaklaşmış primler nedeniyle üreticiye fazla bir avantaj da getirmemektedir. Bir çok şeyde olduğu gibi organik tarım da ülkemizde dışa bağımlı yapılmaktadır ve üreticiye dayanmaz. Ülkemizde köylüden gelen bir organik tarım hareketi yoktur, gelişme büyük yabancı şirketlerin kontrolü altındadır.
Türkiye’de gerçekten üreticiye dayalı bir organik tarıma ve sürdürülebilir tarıma ihtiyaç vardır. Tarım Bakanlığı başta, ziraat Fakülteleri, veteriner fakülteleri, orman fakülteleri bunu desteklemeli, tarım politikası bu gelişimi hızlandıracak şekilde değiştirilmelidir. Hatta bunun ötesinde tarımı, enerjisi, konutu, ulaşımı ile bütün yaşamı sürdürülebilir kılmayı amaçlayan permakültür hareketinin ülkemizde güçlendirilmesine ihtiyaç vardır.

[1] Cumhuriyet Gazetesi Tarım ve Hayvancılık ekinde 11 Nisan 2006’da (yıl: 2, sayı: 20) “Üreticiye Dayalı Tarım Gerekli” başlığı ile yayınlandı.
[2] Ege Üni. Ziraat Fak. Tarım Ekonomisi Bölümü –İzmir, E-posta: tayfun.ozkaya@ege.edu.tr
[3] FAO, 2000, Agriculture: Towards 2015/30, Roma.
[4] Bakırlı ilaçlar ve kükürt kullanımına bir ölçüde izin verilmesi gibi istisnalar var.
[5] Bu sisteme ingilizce kısaca LEISA (Low External Input and Sustainable Agriculture) denmekte. Kelime kelime çevirisi “Düşük Dış Girdi ve Sürdürülebilir Tarım”’dır. “Dış”’tan kasıt tarım sistemi dışı, yani sanayidir.
[6] IPM (Integrated Pest Management) entegre hastalık ve zararlı yönetimi ve ICM (Integrated Crop Management) entegre ürün yönetimi terimleri kullanılmaktadır.
[7] Ülkemizde çok geniş uygulama alanı bulamayan IPM örneğin Endonezya’da bir milyon çeltik üreticisi tarafından kurdukları katılımcı öğrenim grupları ile uygulanmaktadır.

[8] FAO, 2000, The State of Food and Agriculture, Roma. ve John Madeley, 2000, Hungry For Trade: How the Poor Pay for the Trade, Zed Books, Londra.




ORADA KİMSE VAR MI? UPOV’LA İLGİLENEN YOK MU?
Tayfun Özkaya

Körfez depreminde enkazın altına seslenilirdi: Orada kimse var mı? Bir umut, belki bir ses gelir diye. İki hafta önce Türkiye UPOV denilen Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliğinin 1991 sözleşmesini kabul ederek UPOV’a 18 Kasım 2007’de üye oldu. Geçen hafta bu konuda yazmış idim. Bu üyeliğin sakıncalarından söz ettim. Bununla ilgili kanun TBMM’de 13 Mart 2007’de oybirliği ile kabul edilmiş. Bu konuda kamuya bilgi verilmedi. Ben o tarihlerde gazeteleri de taradım. Saptadığım kadarı ile bir haber verilmemiş. Sivil toplum kuruluşlarının da haberi olmadığını sanıyorum. Düşünebiliyor musunuz, tarımı son derecede ilgilendiren bir konuda yaprak kıpırdamıyor. Gazetelerden bir tek Dünya Gazetesinde haber olabildi. TRT1 Radyosu ve Açık Radyo konuyu işlediler ve konuşma yapmamı istediler. Bu duyarsızlığa şaşırıyorum.
Grain adlı saygın sivil toplum kuruluşu UPOV’a neden üye olunmaması gerektiğini şöylece sıralamış idi. (www.grain.org/briefings/?id=1)
1. UPOV çiftçi haklarını inkâr eder.
2. Kuzey ülkelerindeki tohum firmaları Güney’in tohum firmalarını satın alacak ve tohumlarını istedikleri gibi satarak geliri ceplerine atacaktır.
3. Kuzeyin tohum şirketleri güneyin biyoçeşitliliğine el koyacaklardır.
4. UPOV’un koruma ölçütleri biyoçeşitliliğin erozyonunu hızlandıracaktır.
5. Genetik kaynakların özelleşmesi araştırmayı olumsuz etkileyecektir.
6. Biyoçeşitliliği korumak amacıyla yürütülen Biyoçeşitliliği Koruma Anlaşması (CBD) ve FAO anlaşmaları gibi çalışmalar tehlike altına girecektir
7. UPOV’a üye olmak çiftçiler ve topluluklar üzerinde endüstriyel ıslahçıların haklarının artışını destekleyen bir gruba girmek demektir.
8. UPOV Ticarete İlişkin Fikri Mülkiyet Hakları denilen TRIPS ve Biyoçeşitliliği Koruma Anlaşmaları (CBD) ile çelişmektedir.
9. Aslan payı Kuzeye akacaktır.

Değerli okurlar epeydir bu gazetede yazılarım yayınlanıyor. Ancak eposta ve faksla veya mektupla incelediğimiz konularda düşünce belirten nerede ise kimse yok. Sizler de önemlisiniz. UPOV veya başka konularda düşünce, haber ve önerilerinizi bekliyorum.
Bu sessizliği yırtmakta her birinizin rolü var.
Orada kimse var mı?
Eposta: tayfun.ozkaya@ege.edu.tr
Faks: 232 -3881862

DİKKAT! TÜRKİYE UPOV’A GİRİYOR: KÜRESEL TOHUM ŞİRKETLERİNİN SON DARBESİ
Tayfun Özkaya*
UPOV’da nerden çıktı demeyin. Küresel tohum şirketlerinin yeni bir darbesi ile karşı karşıyayız. Türkiye birkaç gün içinde kısaltılmış adı UPOV olan Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği’ne girecek. Belki de siz bu satırları okuduğunuzda bu iş bitmiş bile olacak. Tohum yasasında olduğu gibi bu işlem de fazla toz kaldırmadan yürütülmekte. Türkiye’deki destekçileri “ne güzel ülkemiz 65. üye olacağına göre bu iyi bir şey, modernleşiyoruz” diyecekler. Aslında ise bir yandan çiftçilerimizin kendi tohumlarını yetiştirme hakları her geçen gün kısıtlanıp tamamen ortadan kaldırılırken, diğer yandan da tüketicilerin besleyici değeri yüksek, antioksidantlarca zengin ve lezzetli sebzeleri, meyveleri yok olarak plastik domatesler, patlıcanlar burunlara dayatılacak. Ulusal bitki ıslahçılarımızın çeşitlerden ıslah amacıyla yararlanmalarının önüne büyük engeller getirilerek gelişme başka ülkelerde olduğu gibi yavaşlatılacaktır. Bütün bunlara rağmen UPOV yandaşlarının bizleri gelişme karşıtı olarak suçlayacaklarına eminiz.
UPOV 1960’da sonradan devleşecek olan tohum şirketlerinin güdümündeki altı Avrupa ülkesi tarafından kuruldu. 1990’lara kadar sadece 20 üyesi vardı. Ancak küreselleşme ile birlikte hiçbir zorunluluk olmamasına rağmen IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar ve büyük devletler gelişmekte olan ülkeleri bitki çeşitleri üzerindeki fikri mülkiyet haklarını koruma iddialı UPOV’a girmeye zorladılar. Bugün Türkiye 65. üye olma yolunda.
UPOV’un çeşitli sözleşmeleri var. İlki 1961’de “Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Anlaşması” adı altında imzalandı. Daha sonra 1972, 1978 ve 1991’lerde bu anlaşma gözden geçirilerek yenilendi. Ancak UPOV’un 50. kuruluş yılı olan 2011’de tohum devlerinin hâkimiyetini iyice pekiştirecek olan yeni bir anlaşma tezgâhlanmaktadır.
1961 UPOV anlaşması 1970’lere kadar pratikte uygulanmadı. Bu sözleşmelerin uygulandığı yaklaşık 30 yılda gelişmiş ülkelerde bitki çeşitlerinin çoğu kayboldu. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) dünya biyoçeşitliliğindeki kaybı %75 olarak açıklamıştır. Kısacası gelişmiş ülkelerde çiftçi tohum firmalarının esiri olurken tüketiciler besin değeri düşük, ancak tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerle yetiştirilebilen tatsız ürünleri yemek zorunda bırakıldılar. Dekara verimlilik bazen artabildi ama bunun çiftçilere, tüketicilere ve doğaya zararı çok fazla oldu. ABD’de kanser, kalp, şeker ve obezitenin çok fazla olması tesadüf değildir. Bunda genetik olarak farklılaşmış yerel çeşitlerin yerine geçen genetik olarak birörnek güya modern tohumların da payı çok büyüktür. Şimdi gelişmiş ülkelerin bütün dünyada yapmak istedikleri aslında bu filmi gelişmekte olan ülkelere de gösterme arzusudur.
Başbakanlığın web sayfasında(1) UPOV’a Türkiye’nin yaptığı başvurunun sadece gerekçesini okuyabiliyorsunuz. Bu gerekçede, bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak Türkiye’nin yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği iddia edilmektedir. Bu gerçekçi olmayan bir dilekten öteye gidemez. Şu anda da küresel tohum şirketleri ya doğrudan ya da yerli şirketler aracılığı ile tohum pazarlamasından öte bir şey yapmamaktadırlar. Tekelleşme dünyada çok yüksektir. Dünya’da 2006 yılında tek bir şirket (Monsanto) ticari tohum pazarının %20’sine sahiptir. Dört şirketin payı %44, on şirketin payı ise %57’dir. Amaç halen az çok köylünün denetimde olan alanlarda da tam bir hâkimiyet sağlayarak tohum pazarını bütünüyle ele geçirmektir. Geliştirecekleri doğaya zararlı, köylüye zararlı, tüketiciye zararlı tohumlarına ihtiyacımız yok. Bugün Türkiye’de olduğu gibi dünya’da halen köylülerin, çiftçilerin ürettikleri tohumların oranı oldukça yüksek oranlardadır. Hatta Arjantin, Avustralya, Kanada gibi ülkelerde bile bu oran %65 ile %90 arasında değişmektedir. Polonya’da bu oran yağlık kolza hariç bütün ürünlerde %90’dır. Bu sayıları veren tohum devlerinin etkisinde olan Uluslararası Tohum Federasyonudur. Federasyonun 2005’de sadece 18 gelişmiş ülkede yaptırdığı bir araştırmaya göre büyük şirketler bu ülkelerde ek bir 7 milyar dolarlık tohum pazarı ele geçirilebilecektir. (2) Eğer bütün dünyada çiftçilerin kendi yetiştirdikleri tohumlar engellenebilirse piyasa genişlemesi 73 milyar dolara çıkmaktadır. Bugün için bile tohum pazarı elmas pazarından büyüktür. Türkiye halen kabul edilmesi hayli riskli olan 1991 sözleşmesini kabul edecektir. Ancak tehlike 2011’de imzalanması düşünülen yeni sözleşme ile anormal büyümektedir. 1991 sözleşmesinde çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmaları oldukça kısıtlanmıştır. Büyük tohum devleri halen gelişmekte olan ülkelerin yerel tohumları ile ülkelerin kamu kuruluşlarına ait gen merkezlerindeki tohumlara istedikleri gibi el koymuşlardır ve koymaya devam etmektedirler. Buna biyokorsanlık diyoruz. Bir ABD firması Hindistan’ın basmati çeşidi pirincine el koyarak kendi adına patent çıkartmıştır. (3) 1991 sözleşmesinde çeşitlerin bitki ıslah amacıyla kullanılmasına izin vardır. Ancak “temel olarak türev çeşitler” denilen yani daha çok başka bir çeşitten yararlanarak geliştirilen çeşitler için ancak telif hakkı ödenirse bu yararlanma söz konusu olabilecektir. Bu ilk bakışta gelişmekte olan ülkeleri hatta çiftçileri koruyucu gibi görünmekle birlikte her türlü imkâna sahip olan dev şirketler için bu kural kendi lehlerine işlemektedir. Zaten UPOV’a göre ve Türkiye’nin kabul ettiği tohumculuk kanununa göre (yeknesaklık) birörneklilik ve durulmuşluk göstermeyen tohumluklar yani yerli çeşitler, köylü çeşitleri tohum kataloglarına girmemektedirler. Hâlbuki bir örnek olmayan, çeşitlilik gösteren, sürekli değişim gösteren yerel tohumlar için bu özellikler üstünlüktür. Ancak endüstri için bu özellikler kötüdür ve yerel çeşitlerin yeri sadece gen bankalarıdır. Burada çoğu zaman ölmeye bırakılırlar. Onlar için burası aslında morgdur. Bu tohumları kimse koruyamayacaktır. Bunlar biyokorsanlığa açıktır. Kısacası bunların yağmalanması önlenemeyecektir. Ayrıca gen bankalarındaki çeşitler de yağmalanmaktadır. Küresel tohum firmalarının bunlardan yararlanarak bir çeşit geliştirdiğini kolayca ispatlanamayacak, ancak bunların geliştirilmek için yararlandıkları çeşitlerin ve tiplerin “temel olarak türev çeşitler” olduğu bu şirketler tarafından iddia edilebilecektir. UPOV sözleşmelerinin araştırmaları teşvik ettiği yalandır. California Üniversitesinden Charles E. Hess şöyle demektedir:
Fikri mülkiyet hakları genetik materyal değişimini yavaşlatmakta, yeni bilginin yayılımını yavaşlatmakta, temel ve uygulamalı araştırma arasındaki dengeyi altüst etmekte ve bilimsel bütünlüğü yok eder görünmektedir.
Bitki çeşitlerinin korunması ismi yanlıştır. UPOV sözleşmeleri çeşitleri korumaktan ziyade büyük bitki ıslahı ve biyoteknoloji firmalarının çıkarlarını korumaktadır. 1991 sözleşmesinde öncekilerden farklı olarak çeşitler için ayrıca patent alabilmektedirler. Daha öncede söylediğimiz gibi on bin yıldır köylülerin geliştirdiği çeşitler bir iki gen eklenerek patent alınmaya çalışılmaktadır. Burada sanayi patentlerinde olduğu gibi bir buluş yoktur. Hırsızlık vardır. 1960’larda bir Batı Almanya Tarım Bakanı bitkilerdeki patentler yüzünden “kırsal kesimin yakında dilenmeye itileceğini” söylemişti. (4)
1991 sözleşmesinde ürünler üzerinde bile şirketlerin hak edebilmesinin yolları açılmıştır. Eğer telif hakkı tohuma ödenmez ise çeşit sahibi hasattan elde edilen ürünü kullanandan ödeme talep edebilecektir. Benzer bir olay Kanada’da gerçekleşmiştir. GDO’lu çeşitten gen kaçması sonucu tohum şirketi aslında zarara uğramış çiftçiden tazminat talep etmiştir.
2011 yılında yeni bir UPOV sözleşmesi hazırlanacaktır. Bu anlaşmada çiftçiler, tüketiciler ve doğanın boynundaki kement biraz daha sıkılacaktır. Eğer başarılı olabilirlerse bu sözleşme köylülerin tohum üzerindeki haklarının ve ıslah amacıyla çeşitlerin kullanılmasının sonu olacaktır. Yeni sözleşmede muhtemelen çeşitler yanında ürünler üzerinde de hak iddia edilecektir. Patent sahibi veya koruma sahibi firma ürünlerimize kendi çeşidinden üretildiğini iddia ederek el koyabilecektir. Çeşitlerin koruma süresi 1991 sözleşmesinde 20–25 yıl iken 2011 sözleşmesinde 25–30 yıla çıkacaktır. Islah amacıyla çeşitlerin kullanımı şimdi kısıtlı iken 2011 sözleşmesinde 10 yıl boyunca kullanılamayacak, daha sonra ise sadece kayıt ile ve sahibine telif ödenerek yapılabilecektir. Üreticiler tohumlarını kullanamayacaklardır. Bütün dünya için tek bir uygulama yapılabilecek, şimdi olduğu gibi koruma yanında ayrıca patent de yapılabilecektir.
UPOV’un sonucu genetik kaynaklarımız yağmalanacak, köylü çeşitleri, yerel çeşitler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi hızla yok olacaktır. Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak, bu topraklarımızın, sularımızın, ürünlerimizin kirlenmesini getirecek, küresel ısınmayı hızlandıracaktır. Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek ve endüstriyel girdilere daha çok para harcayacaklardır. Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden ülkemizde de uluslararası şirketlerin eline geçmiş hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hâkimiyetleri artacak, ürünler daha ucuza çiftçinin elinden alınabileceklerdir. Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracaktır. Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları ABD’deki gibi bozulmaya devam edecektir.
UPOV’u kabul etmemiz için hiçbir zorunluluk yoktur. UPOV Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ile çelişmektedir.
UPOV ülkenin topsuz tüfeksiz işgalidir.
Türkiye varlıklarını savunacaktır.
************************************1. www.basbakanlik.gov.tr/docs/kkgm/kanıuntasarilari/101-1094%20GEREKCE.doc da okunabiliyor.2. http: //tinyurl.com/26lbqe3, GAIA/GRAIN, Ten Reasons not to Join UPOV-Global Trade and Biodiversity in Conflict, issue no. 2, May 1998. www.grain.org/briefings/?id=14. Stephan A. Bent,”History and Portents for Intellectual Property Rights in agricultural Innovations” Patent Protection of plant -Releated Innovations: Facts and Isues, ISF Seminar, Copenhagen, 1-2 June 2006.******************************************Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü


Yemden süte 50 kalemde destek kalkıyor
Ali Ekber YILDIRIM
İZMİR- Tarımsal destekleme modelindeki değişim hayvancılık sektöründe de uygulanacak. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “doğrudan gelir desteğini kaldıracağız, arazi yerine ürüne destek vereceğiz” sözleri ile bitkisel üretime yönelik destekleme politikasında radikal bir değişikliğe gidilirken, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, hayvan başına destek sistemine geçmek için çalışma başlattı.
Bakanlığın yaptığı çalışmaya göre, hayvancılıkta yem bitkisi üretiminden süte kadar her aşamada verilen 50 kalem desteğin kaldırılması ve hayvan başına tek bir ödemenin yapılması öngörülüyor. Hayvan başına ödeme için 2008′de tespitler yapılacak ve 2009′da ilk ödeme başlayacak.
Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, geçen hafta hayvancılık sektörü temsilcileri ile yaptığı toplantıda yeni sisteme ilişkin ilk bilgileri vererek sektörün tepkisini ölçtü. Bakan, hayvan başına ödeme yapmak için bir çalışma başlattıklarını ve bu ayın sonuna kadar bunu netleştireceklerini ve kamuoyuna açıklayacaklarını söyledi.
DÜNYA’ nın edindiği bilgilere göre, süt primi, buzağı teşviği, suni tohumlama, yem bitkisi üretimi, gübre çukuru ve daha bir çok desteğin olduğu hayvancılık destekleri yerine çiftçiye hayvan başına tek bir destek yapılacak. Hayvan başına ödeme sadece kültür ırkı ve kültür melezi hayvanlar için verilecek. Bu destekten 5 baş üstü ve 200 başa kadar olan hayvancılık işletmeleri yararlanabilecek. 5 başın altında hayvana sahip üreticilere destek verilmeyecek. 200 baş üzeri hayvancılık işletmelerine ise sadece 200 baş için destek verilecek.
Destekten yararlanmanın bir başka ön şartı ise hayvanların kayıt altına alınması. Bu konuda Damızlık Sığır Yetiştiricileri Merkez Birliği’nin soykütüğü ve önsoy kütüğü kayıtları ile TürkVet- Veteriner Bilgi Sistemi ‘in kayıtları esas alınacak. Her iki kayıt sisteminde toplam 5 milyon civarında hayvanın kaydı var. Bu kayıtlarda Kırsal Alanda Sosyal Destek Projesi kapsamında kooperatifler üzerinden üreticilere dağıtılan ikişer inekler de bulunuyor. İkişer inek sahibi üreticiler destekten yararlanamayacak. Sektör temsilcilerinin verdiği bilgilere göre Bakanlığın düşündüğü şartlarda ancak 1 milyon 750 bin hayvan destek kapsamında olacak.
Destek yarı yarıya azalacak
1980′li yılların başında çok büyük bir çöküş yaşayan hayvancılık sektörü son yıllarda verilen desteklerle yeniden canlanmaya başladı. Hayvancılık işletmeleri bu desteklerle kapasitelerini büyüttü.Sektöre dışarıdan yatırımların sayısı arttı. AKP Hükümetinin de en çok önem verdiği sektörlerden birisi hayvancılık oldu. 2002 yılında 83 milyon YTL olan hayvancılık destekleri, 2003′te 107 milyon YTL’ ye 2004′te 248 milyona, 2005′te 352 milyona 2006′da 700 milyon YTL’ ye ulaştı. 2007 yılında hayvancılık destekleri için 750 milyon YTL ödenek öngörülmesine rağmen desteklerin toplamı 1.2 milyar YTL’ ye ulaştı. 22 Temmuz’da yapılan seçimden önce tarım bütçesinin yüzde 95′i harcandığı için hayvancılık destekleri ödenemedi. Ayrıca 750 milyon YTL öngörülen hayvancılık destekleri 1.2 milyar YTL’ ye çıkınca Maliye Bakanlığı tepki gösterdi. Bu kadar büyük bir sapmayı beklemeyen Maliye Bakanlığı, hayvancılık desteklerinde kısıtlamaya gidilmezse kaynak bulunamayacağını ve desteklerin ödenemeyeceğini Tarım Bakanlığına bildirdiği ifade ediliyor. Tarım Bakanlığı bir yandan 2007 desteklerini ödemek için Maliye Bakanlığı’ndan ödenek almaya çalışırken diğer tarafta gelecek yıllarda benzer sorunları yaşamamak için hayvan başına ödeme sistemine geçmek için çalışıyor. Bakanlık, hayvan başına destek sistemine geçerek hayvancılık sektörüne verdiği desteği 1.2 milyar YTL’ den 500- 600 milyon YTL’ ye düşürmeyi hedefliyor. Ayrıca 2008 bütçesi ile 2007 desteklerini ödeneceği için 2008′de yeni bir destek ödenmemesi ve hayvan başına destek ödemelerinin 2009 bütçesinden yapılması planlanıyor. Üreticilerin alacağı destekler en az yarı yarıya azalacağı gibi, 2008′i’de desteksiz geçirecekler.
Gözler Antalya’da olacak

Türkiye Hayvancılık Kooperatifleri Merkez Birliği( HAYKOOP) tarafından düzenlenen ve yarın(22 Ocak’ta) Antalya’da yapılacak Hayvancılık Sektörü 2.Ortak Akıl Toplantısı’na Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker’ in de katılarak yeni destek sistemi hakkında üreticilere ayrıntılı açıklama yapması bekleniyor. HAYKOOP tarafından çiftçilere ve kooperatif yöneticilerine gönderilen davet yazısında Eker’ in mevcut kredilerin yapılanması ve yeni açılacak krediler hakkında bilgi vereceği ve yeni bir proje açıklayacağı özellikle vurgulanıyor. Bu nedenle Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker’in Antalya’dan yapacağı açıklamalar merakla bekleniyor.
2007 destekleri ödeniyor
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı hayvan başına destekleme sistemine geçerken üreticinin tepkisini azaltmak için 2007 desteklerinin ödenmesini hızlandıracak. DÜNYA’ nın edindiği bilgilere göre bugüne kadar 2007 hayvancılık destekleri kapsamında 190 milyon YTL ödeme yapıldı. Maliye Bakanlığı ile yapılan görüşmeler sonucunda ay sonuna kadar 750 milyon YTL daha ödeme yapılması planlanıyor. Ödemlere öncelikle küçük kalemlerden başlanacak. Süt primlerinin daha geç ödenebileceği ifade ediliyor. (...)

21.01.08 Dünya Gazetesi,
www.karasaban.net


17-20 Ocak Dünya Ticaret Merkezi'nde yer alan Organik Fuar'ın onlarca katılımcı ve yüzlerce ziyaretçilerle buluştuk, görüş paylaştık, derneğimizden ve ülkedeki tarımsal bioçeşitliliği gerçeğinden bazı manzaraları çizmeye çalıştık..


Kuraklık Sempozyumu Sonuç Bildirgesi Posted by: " yesillerinfo@yesiller.org" yesillerinfo@yesiller.org yesillerinfo Date: Wed Dec 26, 2007 4:55 am ((PST))

Türkiye Yeşilleri

Heinrich Böll Stiftung Derneği

Kuraklık Sempozyumu Sonuç Bildirgesi

Türkiye Yeşilleri ve Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin, 27-28 Kasım 2007'de İTÜ Maçka Sosyal Tesisleri'nde gerçekleştirdiği Kuraklık Sempozyumu'nda yürütülen tartışmalardan çıkan sonuç önerileri aşağıda sıralanmıştır:

1.. Kuraklık, yanlış su ve tarım politikalarının olduğu kadar iklim değişikliğinin de en önemli sonucudur. Kuraklık sorununu iklim değişikliğinin diğer etkileri ile birlikte ele almak gereklidir. Kuraklık ve iklim değişikliğinin diğer etkilerinden korunmak için öncelikle iklim değişikliğine karşı gerekli önlemler alınmalıdır. Küresel ısınmaya neden olan sera gazlarını azaltmayı hedeflemeyen, sadece iklim değişikliğinin sonuçlarını hedef alan bir adaptasyon politikası kabul edilemez. Türkiye bu alanda sorumluluklarını bir an evvel yerine getirmeli, enerji, ulaşım, tarım ve sanayi politikalarını buna göre düzenlemelidir.

2.. Kentsel yerleşim alanları, su havzaları ve ekolojinin kuralları gözetilerek belirlenmelidir. Kentlere içme suyu sağlayan baraj ve göllerin su toplama alanındaki yapılaşma, yağmur ve kar sularının akarsu, göl ve yeraltı sularına karışmasını engellemekte, hayati önem taşıyan yağışlarla yeryüzüne geri dönen suyun, kentin kanalizayon sisteminde yok olmasına neden olmaktadır. Çarpık yapılaşmanın su kaynaklarının yenilenmesine olan bu olumsuz etkisi vurgulanmalıdır.

3.. Günümüzde fosil yakıtlardan elde edilen enerjiyi, aynı tüketim hızını koruyarak bioyakıttan eldeye etmeye çalışmak, tarım arazilerinin ve ormanların bioyakıt üretmek için amaç dışı kullanımını hızlandıracak, biyoyakıt elde etmeye yönelik tek tip ürün yetiştirmeyi teşvik ederek bir gıda krizine yol açma riski yaratacak, ormanların ve doğal dengenin yok olmasını hızlandıracaktır. Bu yüzden bioyakıt alternatifinin, iklim değişikliğine çözüm olduğunu düşünmek son derece olumsuz sonuçlar doğurabilir. Mevcut yakıt tüketiminin azaltılmasını hedeflemek tek alternatif olarak görünmektedir.

4.. Sempozyuma katılan çiftçiler ve çiftçi sendikaları sözcüleri, yerel tohumlarının kuraklığa daha dayanıklı olduğunu, endüstriyel tohumlara göre daha az su tükettiğini, toprağın verimliliğini uzun vadede azaltmadığını vurgulamışlardır. Tohum yasasına muhalefet edilmeli, yerel tohumların korunması, kullanılması ve yaşatılması sağlanmalıdır. Bu yaklaşım "köylü bilgeliği" nin esas alınması anlamına gelecektir.

5.. İnsanların kendi coğrafyalarında üretilen yerel gıdalar ile beslenmesinin daha faydalı olduğu verisinden de hareketle, "yerel üretim, yerel tüketim" yaklaşımı benimsenmiştir. Bu durum gıdaların dolaşımından kaynaklanan tüm maliyetlerin de (petrol kullanımının küresel ısınmaya katkısı, ekonomik maliyetler ve insan sağlığına etkileri) ortadan kalkmasına yarayacaktır.

6.. Kuraklık ekonomik etkileri ülke düzeyinde yıkıcı sonuçlar yaratabileceği için bir güvenlik sorunu olarak ele alınmış, devletin kuraklığı önlemek için süreklilik taşıyan politikalar geliştirmesi gerektiği vurgulanmıştır. Kuraklığı önlemek ve zararlarını karşılamak amacıyla önceden alınabilecek her türlü önlem için her türlü maliyet şimdiden ödenmelidir. Bu maliyetler şu an çok büyük görünse de, sonradan ortaya çıkacak maliyetlerin bugün tedbir için ayrılması çok daha akılcıdır.

7.. Endüstryalizm suyun bir hak olmaktan çıkarıp "ihtiyaç" haline getirmiştir. Su metalaşmış ve bir ticari mal haline gelmiştir. Oysa su bir meta ya da bir ihitiyaç değil, doğanın herkesin yararlanması için sunduğu bir armağandır. Su insanlığın ortak değeri, yaşam kaynağı ve temel bir insan hakkı olarak benimsenmelidir. Akarsular da dahil, tüm su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı çıkılmalıdır.

8.. Deniz suyunun içme suyuna dönüştürülmesi, nehir yataklarının değiştirilerek büyük su kütlelerinin metropollere akıtılması, yeraltı sularının yenilenme hızını aşacak şekilde çekilerek tüketilmesi, dev barajlar yapılması gibi ileri teknoloji gerektiren pahalı ve enerji yoğun çözümler hem doğaya geri dönüşsüz zararlar verdiği, hem de iklim değişikliğini hızlandıracağı için kabul edilemez. Mevcut tatlı su kaynakları ekolojiye uygun, doğal akışı ve yenilenme hızı içinde kullanılmalı ve korunmalıdır.

9.. Kuraklığın da etkisiyle krize sürüklenen tarımsal üretimde sürdürülebilir politikaların benimsenmesi gerekmektedir. Endüstriyel tarım dünyanın tüm su kaynaklarını, toprağı, tohum birikimini, biyolojik zenginliğini ve ormanları tüketerek gelecek kuşakları ve yeryüzündeki tüm yaşamı tehlikeye sokmaktadır.

10.. Sempozyumda toplumsal cinsiyet ve enerji konusunda bir atölye gerçekleştirilmiş, bu atölyede her türlü enerji politikasının hayata geçirilmesinde toplumsal cinsiyet bakış açısının gözetilmesi gerekliliği vurgulanmıştır. Sempozyum katılımcıları bu politika önerilerinin takipçisi olacak ve geliştirilmesi için çalışacaktır.

25.12.2007

Türkiye Yeşilleri

Heinrich Böll Stiftung Derneği